Featured Posts

Onu Öldür, Beni Güldür / Ali Elmacı
“Onu Öldür, Beni Güldür” sergisindeki fantastik sahnelerde, bal yapan eşek arılarına, abaküse takılmış kurukafalara, bağırsak şeklindeki sarıklara ve gözünü izleyiciye dikmiş huzursuz çocuklara rastlıyoruz. Çekici olanla iticiyi, samimi olanla tehditkarı, doğalla yapayı, kutsalla kitsch'i bir arada seyrederken hangisine inanacağımızı şaşırıyoruz.
View Post
To top
23 Sep

Sendromsuzlar: Denef Huvaj

İlk andan itibaren naif ve sakin tavırlarıyla insanı rahatlatan, konuştukça bilgisi ile dinleten, yaptıklarıyla, fikirleriyle hayranlık yaratan güzel kadın. Onunla sohbet ettikçe aslında sanki dünyadaki en normal şeyi anlatır gibi gözükürken aslında yaptığı önemli şeyleri, enteresan hikayeleri ve kararlarını sıralayıveriyor bir bir. Öylesine de basmıyor deklanşöre; telaş duyuyor hayatla ilgili. Bir şeyler anlatmak istiyor sana, bana, ona. Biz de koyuyoruz elimizi şakağımıza, o anlatıyor biz dinliyoruz. Kendisine güzel kalbi ve karakteri için çok teşekkür ediyoruz. Karşınızda gerçek bir sendromsuz: Denef Huvaj.

Çok duymaya alışık olduğumuz bir ismin yok. Neden Denef Huvaj?

İsmim Çerkesce. İşlenmemiş, parlayan ipek gibi bir anlamı var. Denef isimli kadın bir savaşçının hikâyesinden etkilenerek koymuş babam adımı.

Peki bir de Rusya maceran var. Onun aslı astarı nedir? 

Rusya’ya buradan burslu olarak  tıp okumak için gittim. Zaten o tarafları gezmek istiyordum özellikle Kuzey Kafkasya’yı. Rusya’yı biraz da bu yüzden tercih ettim. Ölümle çok yüz yüze bir meslek olduğu için ve bir süre sonra duygusuzlaşmaya başladığın için tıp okumayı bıraktım. Aslında ben bırakıyorum diyemeden atıldım. Çünkü istemediğim bir şey söz konusuysa hep uyumayı tercih ederim. Zaten Türkiye’de sağlık anlayışı ticarethane gibi olduğu için de pişman olmadım. Sonra tekrar Rusya’da sınava girdim ve Sistem Mühendisliği’ni bitirdim. Aynı zamanda Güzel Sanatlar ve Ekonomi alanlarında da eğitim aldım ama yarım bırakıp Türkiye’ye döndüm. Halâ diplomalarımın hiçbirini almadım.

Peki bütün bunlar olurken fotoğraf ne zaman başlıyor?

Çocukluğumdan beri fotoğrafa çok düşkündüm ama fotoğraf makinem yoktu. Bir ara makinem vardı filmim yoktu uzun süre filmsiz boş boş fotoğraf çekerek gezdim. Biraz da çocukken bir şeylere yeteneğin olur ama neyi tercih edeceğini bilemezsin benim de öyle oldu. Bir ara resme çok odaklandım. Resmin yeri bende çok ayrı. Bir taraftan yazı da hep hayatımda vardı. Özellikle Rusya’da çok fazla yazıyordum. Mesela Rusya’da bir şeyler üreten insanları çok destekliyorlar. Gidip bedava çizim yapabileceğiniz ve malzemelerini kullanabileceğiniz resim ve heykel atölyeleri bile var. Kültürel anlamda çok yüksek bir ülke Rusya. Üç kitap çevirim ve denemem de var. Daha doğrusu yazdığım bir dergide benden habersiz yazılar toplanıp ortak bir kitap haline getirilmiş. Sonra elime ulaştı çok güzel bir çalışma olmuş. İstanbul’a geldikten bir süre sonra Fotoğraf Evi’ne girdim ve fotoğrafçıların projelerini yazıyordum ve bana teknik olarak ne görmem gerektiğini öğretmek için fotoğraf eğitimi vermişlerdi. Sonra bana bir tane de sponsorluğunu yaptığım bir firmanın fotoğraf makinesini kullanmam için verdiler. Onu verdiklerinde de kayışım koptu :)

Fotoğraflarında değişik bir absürdlük var ve bence belki de en güzel tarafı bu absürdlük. Fotoğraf algını tetikleyen bir şey oldu mu?

Ben aslında şöyle  düşünüyorum. Mesela photoshop’u öğrenmeden önce photoshop’a bakıyorsun ve inanamıyorsun çünkü o kadar çok yapabileceğin şey var ki ‘Neler yaparım bununla ya.’ falan diyorsun ve tekniği öğrenmeye başladığında onları yapmıyorsun. Çünkü artık ‘Bunun bir tekniği var o öyle olmaz.’ diye kendini kısıtlıyorsun. Aslında bazen o teknik seni kısıtlamaya başlıyor ve hayal gücünü köreltiyor. ‘Hayır o öyle olmaz böyle olmalı.’ denilen şeyler bazen insanı sınırlamaya başlıyor. Ben de hep fotoğrafa sıfır bilgiliymiş gibi bakmaya çalışıyorum ki bir şey hatalıysa da hatalı olsun yani. İlk ‘Aa böyle yapıyım.’ dediğim duyguyu hep bir tarafta tutmaya çalışıyorum. Çünkü onu tutmazsam onu kısıtlamaya başlayacağımı biliyorum bir süre sonra. Birincisi bu. İkincisi, bence her alanda insanın vizyonu baktıkça gelişiyor. Bir şeyi görüyorsun onu nasıl doğru ifade edeceğini bulamıyorsun. Onu bulmanın yöntemi de zamanla gelişiyor. Bir süre sonra aklına gelen fikirleri daha düzenli hale getirmeyi ve içinden seçmeyi öğreniyorsun. Aslında yaptığımız her şey yazı yazmak olsun, fotoğraf çekmek olsun aynı ve bence biz çok normal insanlar değiliz. Böyle insanların hayatla bazı çelişkileri var. Mesela senin böyle bir dergiye kalkışman ne imaj kaygısı ne böyle bir şey yaparsam şöyle gözükürüm değil. Bir şey söylemek istiyorsun, bir derdin var ve herkeste bunu kendince ifade ediyor diye düşünüyorum.

Ben en çok ağaç temalı serinden etkilendim. Ağaçlardaki her bir kesik makyajla insanlara da yapılmış. Onun hikâyesi nedir ve kendini sosyal mesajlar vermeyi seven bir fotoğrafçı olarak mı tanımlarsın? 

Aslında çok klasik bir şey vardır ya ‘Sanat sanat için midir, halk için midir?’diye aslında herkesin kendi çıkmazı neredeyse oradadır. Benim çıkmazım toplum olduğu için beni toplum daha çok ilgilendiriyor. Hep şunu savunuyorum marjinal olmak bile bir imaj meselesine döndü. Aynı biçimde davranan, beslenen, görünen plastik bir marjinal kitle haline getirildik. Mesela bana göre özgür olmak sevgilinle aynı evde çok rahat birlikte kalabilmek veya sokakta elinde bira şişesiyle gezebilmek değil. Yobaz değilim ama zihinsel ve ekonomik olarak özgür olmadığın sürece bence bunlar asıl mesele değil. Mesela hepimizi aslında çok ciddi yönlendiren bir moda sektörü var. Zevklerimize bile onun sayesinde karar veriyoruz. Sıfır bedenler, zayıflama ilaçlarıyla ölenler..  Ekonomik olarak nereye kadar gidebileceğimiz zaten başından belli. Bebek olarak vergi borcuyla doğuyoruz. Hazır vatandaşlar olarak eğitiliyoruz. Sağlık sektöründen bahsetmiyorum bile. Ailemiz çok köklü bir aile değilse hayatımız risk altında. Mucize gibi yaşıyoruz böyle bir ülkedeyiz ve ‘Yaa elimde bira şişesiyle geziyorum.’ dediğinde maalesef ki tamamen özgürleşmiş değilsin. Yani iki adım sonra açık unutulmuş bir foseptik çukuruna düşüp ölebilirsin. Kendi toplumsal gerçeği olan bir ülkede yaşıyoruz, bir halk gerçeğimiz var  ve bunun bilincinde olmak gerek diyorum. Kişisel haklarımıza özgürlüklerimize ve alanlarımıza elbette sahip çıkalım. En çok da bu günlerde. Kimsenin buna saldırmasına, kısıtlamasına izin vermeyelim. Ama bizim gibi yaşamayan, göremeyen kesime düşmanlaşmak onlara kendi hayatımızı da dayatmak çözüm değil. Böl ve yönete çok uygun bir kıvama geliyoruz demek. Kutuplaşıyoruz, ötekileşiyoruz demek. Bizi baskı altına alan şey halkın başka bir kesimi değil çünkü. Çünkü asında halk olarak çıkarlarımız ortak ve hep mesele sömüren ve sömürülende bitiyor. Parçalanmış bir halk olmamız her zaman kenetlenmemiş ve güçsüz olmamız anlamına geliyor. Bu da inanın bizim için faydalı bir şey değil. Bunun bilincinde olmak çok önemli. Özete gelecek olursam benim için yaptığım işin bir mesajı olmalı.Tabii kimi zaman sadece keyif için güzel bulduğum için yaptığım şeyler de var. Ama bu seri de öyle değil. Gezi’de gidip fotoğraf çekebilenlere çok özeniyorum mesela. Ben makinemle gittiğim gün fenalaştım  ve bir daha makinemle gitmeye cesaret edemedim. Sonra bir kere daha gittim ve duvar yazılarını çektim ama o beni tatmin etmedi. Sonra ne yapabilirim diye düşündüm ve benim de yaptığım bir şey olsun dedim. Yani bu seri Gezi’den çıktı. Aslında o seri başka türlü bitecekti. Eskişehir’den bir arkadaşla görüşmüştüm. Benim için Ali İsmail Korkmaz’ın içeri alınmayıp beklediği bankı çekti ama olmadı. Eğer olsaydı oraya yıkılmış bir ağaç koyup bitirmek istiyordum ama o kare eksik kaldı. Orası benim içimde. Ali’ ye çok üzüldüm.

Peki son seri nedir kırmızı çiçekler ve kırmızı rujlu kız olan? 

Aslında o seri özel  bir fikrin ürünü değil. Moda fotoğrafı çekmek istiyorum bazen. Ama moda fotoğrafı çok prodüksiyonlu bir iş,  birileriyle ilişki içinde olman lazım. Mekân lazım,  ekip lazım vs.. Fotoğraftaki benim kız kardeşim. Her akşam giderken bizim evin önündeki akşam sefalarına bakıyordum. Bir de bodruma inen bir merdiven var. Hep düşünüyordum ‘Merdivenlerin oraya oturtsam kardeşimi?’ falan diye. Sonra işte o çiçekli gömleği görünce ‘Aa bununla çok güzel olur.’ diye düşündüm aldım hemen. Böyle bir anlık bir şey işte . Kardeşimi süsleyip, giydirip çiçeklerin üstüne yatırdım kurdum ışığı çektim oldu :))

Yabancı bir yayından fırlamış gibi. Ellerine sağlık. 

Çok spontane oldu ve bu kadar tepki görmesine ben de çok şaşırdım.

Fotoğraf hayatının çok büyük bir kısmını oluşturuyor ama bunun dışında bilmediğimiz neler var?

Çok güzel Çerkes yemekleri yaparım. Mesela annemin bile bilmediği yemekleri bilirim. Hepsini yerinde öğrendim. Kar küreleri ve eski simli kartpostal koleksiyonlarım var. Yurt dışına çıkan birçok arkadaşım hediye olarak kar küresi getirirler. Özellikle erkek arkadaşım. Bir tane defterim var kuruttuğum çiçekleri yapıştırdığım ve çizdiğim. Kendi sebzelerimizi kendimiz ekiyoruz, uğraştığım bitkilerim var. Odam genelde kendi el yapımım terrarium, fotoğraf çerçeveleri ve aksesuarlarla dolu. En son porselenlere yazı yazmak için stamp’ler ve bazı el işi malzemeleri aldım. Gezi serisini ağaç dilimlerine elle basmayı düşünüyorum.  Uzun bir süre bir şey üretmezsem çok itici biri olabilirim. Hiçbir şeyle kafamı meşgul edemiyorsam Sims 2 oynarım. Müthiş bir terapi.

Hayatını nasıl yaşıyorsun? Sonuca mı odaklısındır daha çok yoksa sürece mi? Mesela şu an fotoğraf çekiyorsun, sonucunda varmak istediğin bir nokta var mı yoksa sadece anı mı yaşıyorsun?

Ben aslında hiç programlı bir insan değilimdir. Hayatın getirdiği bazı zorunluluklar var o yüzden bazen program yapmak gerekiyor. Programlı olmaya müsait olmadığım için bunlar benim kamburum gibi oluyor. Bence olması gereken anda yaşamak. Kafam öyle çalışıyor. Ya geçmişle ilgili bir şeyden konuşuyoruz hep ya da geleceğe dair. Ama anımızı ve şu an ne yaptığımızı hissedemiyoruz hiç. Onun keyfini kaybetmeye başladık çünkü her şey çok hızlı yürüyor. Ben hiç hırslı değilim ve bir yerlere varmak için değil an beni nereye götürürse onu yaşamak için yaşıyorum. Çocukken çok okunan bir yazar olmak isterdim mesela. Her şeyi çok oluruna bıraktım ve bıraktığımdan beri daha da yükselmiş hissediyorum kendimi. Bence kimse de kendisini strese sokmamalı ve anı yaşamalı. Gidenlere, kaybedilenlere hiç üzülmemeli mesela. Akan suyun içinde tutunamayan çamur gibi işte. Siz su gibi ve akar olmaya bakın hem yerinizi bulursunuz hem dupduru kalırsınız. Bence hayat böyle bir şey. ‘Su akar yolunu bulur’u değiştiriyorum ben. Su olan yolunu bulur. Su olun :)

Bizi hangi projeler bekliyor yakın gelecekte?

Hamile bir arkadaşımı son haftasında çekme fırsatım oldu bir o var şimdi uğraştığım. Bir de Çerkes köyleri projesi var. Benim için köyün çok büyük bir anlamı var. Ben köyde büyüdüm ve hayatımın en güzel zamanlarını köyde geçirdim dokuz yaşına kadar. Ondan sonra da bağım hiç kopmadı. Hayatımın en zor deneyimi anneannemi kaybetmekti. Ona da bir video yapıyorum. Adı Vahide.  O zaman ilk düştüğüm, ilk salıncağımı kurduğum, altında piknik yaptığım benden yaşlı dut ağacının altında anneannemi uğurladım. Ondan sonra bir süre gitmeye cesaret edemedim. Ama şimdi gidip geliyorum köye.  Çerkes köyleri sanırım mantık olarak diğer köylerden daha farklı. Çok küçük ve içine kapanık. Aile gibi, herkes birbirini tanır ve güvenir. Ama farklı yanı  dışarı çok kapalıdır. Bunun sebebini buraya gelince anladım. İstanbul’a gelince çok sıkıntı yaşadım ilişkiler bazında ve anladım ki aslında şehirdeki insan Çerkes köylerindeki insandan bir çok konuda daha tutucu. Mesela köyde bir kadın erkeklerin takıldığı bir kahveye girip, gazozunu içip muhabbet edebilirken şehirde bir çok yerde mümkün değil. Yada alt metin değişiyor. Bunlar tabii kısa kısa anlatılınca yanlış anlaşılmaya çok müsait konular. Ama kısaca köyler, bütün köyler bence çok kıymetli. Bütün kültürler gelenekler kıymetli mücevherler gibi saklanılması gereken değerler.  Ve yavaş yavaş bitiyorlar. Bence bitmemeliler, desteklenmeliler. Çünkü oralar da daha sistemin değmediği çok güzel yerler, hayatlar var. Sanki ülke olarak en temiz yerlerimiz gibi. Ben de o ıssızlığı vurgulayan bir seri yapıyorum. Köylere sağlık odası, kanalizasyon, kütüphane gibi ihtiyaçlarına destek verecek sponsorlar arayacağım yayınladığımda. Çerkes köyleri olması, benim iyi tanıdığım rahat çalışabileceğim alanlar olduğu için. Bence bu tabii daha genel projelerde de yapılabilir.  Projeyi bu  ayın sonunda blog olarak yayınlayacağım. Ve köylerden davet geldikçe devam edip güncellenecek.

Son olarak bizi tanıştırmak istediğin biri var mı?

Köy projesinde beni hiç tanımadığı hâlde destek veren çizimlerine bayıldığım Seyhan Argun’u ve mis gibi videoları olan Dağhan İş’i tavsiye edebilirim. Onun dışında zaten etrafımdaki bütün yetenekli arkadaşlarımı tanıyorsunuz :)

Fotoğraflar için Begüm Koçum‘a teşekkür ederiz.

Instagram

Tumblr

 Website

AYŞİN İLDEŞ

İstanbul Bilgi Üniversitesi Reklamcılık bölümünden mezun olduktan sonra University of The Arts London ve Chelsea College’da iletişim ve medya üzerine eğitim aldı. Çeşitli yayınlarda yıllardır kültür-sanat, sinema, müzik, seyahat, dekorasyon ve gastronomi alanlarında editörlük yapmanın yanı sıra, markalara ve kişilere dijital iletişim danışmanlığı, yaratıcı içerik ve kurumsal blog yönetimi, kurumsal dergi yaptığı işlerden bazıları. Yazı İşleri Müdürü ve Kurumsal İletişim Sorumlusu olarak çalıştığı Büyük Kulüp'ten ayrıldıktan sonra Kurucusu olduğu Beyoğlu Creative'i hayata geçirdi. Yeni projeler tasarlamaya ve çeşitli platformlarda yazmaya devam ediyor.

1 Comment

Post a Reply to Anonymous Cancel Reply