Featured Posts

Onu Öldür, Beni Güldür / Ali Elmacı
“Onu Öldür, Beni Güldür” sergisindeki fantastik sahnelerde, bal yapan eşek arılarına, abaküse takılmış kurukafalara, bağırsak şeklindeki sarıklara ve gözünü izleyiciye dikmiş huzursuz çocuklara rastlıyoruz. Çekici olanla iticiyi, samimi olanla tehditkarı, doğalla yapayı, kutsalla kitsch'i bir arada seyrederken hangisine inanacağımızı şaşırıyoruz.
View Post
To top
24 Sep

Byzantium (2012)

Byzantium (2012)

Uzun zamandır “İzlenecek Filmler” listemdeydi, anca vakit bulabildim. Keşke daha önce izleseymişim. Ama yine de yıllardır beklediğim, “İşte bu!” dedirten vampir filmi bu değil.

-Spoiler içerir-

Anne Rice İsa konusundaki kararsızlığını Facebook duvarlarına saçmadan önce yazdığı tüm vampir kitaplarını okumuştum; ki kendisi ilk romanı Interview with the Vampire‘ı yazarken, vampir tasviri açısından 1936 tarihli klasik film Dracula’s Daughter‘ı temel aldığını ve fazla araştırma yapmadığını söylemiş. Okuduğum son kitabı 2001 tarihli Kan ve Altın‘dı. Devamında yazdığı Blackwood Farm ve Blood Canticle‘ı hala okumadım, belki bir ara, çünkü 2001’de “Vampir” türü için edebi ve felsefi anlamda benim için doruk noktasını oluşturan White Wolf evreni ile tanışmıştım. Ama bu tamamı ile başka bir yazının konusu olsun, biz artık kendi meselemize dönelim. Yine Anne Rice’la bağlantılı olarak, Byzantium filminin de yönetmeni olan Neil Jordan‘ın muhteşem eseri Interview with the Vampire’ı izlememiş olan var mıdır, bilmiyorum. Eğer hala varsa, Tom Cruise‘ın sarışın bir balmumu yığını olarak kıpırdadığı görüntülere sakın aldanmasın ve mutlaka izlesin.

Vampir miti, ki hala White Wolf evreni yüzünden bir vampire Kindred dememek zoruma gider, edebi bir eserden sinemaya ancak bu kadar etkileyici biçimde uyarlanabilirdi. Bunun bir başka örneği de Marvel‘ın Blade‘idir sanırım. Birçok kişi çizgiromanı tam olarak edebi bir tür olarak kabul etmese de, 70’lerde yan karakter edebiyle varolmaya başlayan Blade’in kendini Marvel evreninden tamamen koparıp, öznel bir kahraman haline gelebilmesi gerçekten benzersiz bir başarı hikayesidir. Bugün, çizgiroman düşkünleri dışında kimse “Blade” dendiğinde Marvel’ı falan hatırlamaz. Oysa ki Superman, Batman, Spider Man dendiğinde aynı evrenle alakalı başka tipler de çağrışır hemen. Film, bu anlamda düşünülürse, karakterleriyle ayrışacak bir “vampir” olgusu sunmuyor. Türün sıkça işlenen özelliklerinden ziyade duygulara ve karakterlere odaklanan bir konusu var.Zaten

Zaten Byzantium, Neil Jordan’ın vampirlerle ilgili ikinci filmi. Başrollerde Hanna‘dan tanıyıp sevdiğim Saoirse Ronan ve Gemma Arterton oynuyor. Yalnızca erkeklerin vampir olabildiği bir klanın takibinden kaçarak, 200 yıl kadar sürünen bir anne-kızın hikayesini anlatan bu filmde, isminin hakkını veren bir “Byzantium” göndermesi yok. Konu Bizans İmparatorluğu ile ilgili değil, kaldıkları Byzantium Oteli’de filme ismini vermeyi hak edecek kadar önemli bir yer kaplamıyor hikâyede.

Byzantium (2012)

Görüntü yönetmenliğine bayıldım. Koyu, sakin tonlar ve loş ışıklandırma, uzun süredir görmediğimiz bir sinemacılık hissini yaşattı bana. Bunda görüntü yönetmeni kadar İrlanda’nın da payı var sanırım. Keza çok sevdiğim Cork’ta ve Dublin’de çekilmiş film. Müzikler kimi zaman kendini tekrar etse de çok başarılı. Javier Navarrete‘in bestelediği Soundtrack albüm aynı zamanda Beethoven‘dan Sonata In C Major, Opus 2, No.3 Adagio‘u da içeriyor. Filmde bu eseri gerçekten Saoirse Ronan çalmış ve bunu yapabilmek için, 12 hafta özel ders almış. Filmin ilgili sahnesinde, bu eseri bu derece güzel çalabilmek için 200 yıl çalıştığını söylediğinde, kendisine laflar hazırladığım Frank “Evet, bazen öyle hissettirebilir.” gibi birşey söylüyor. Burada Ronan’ın gerçek hayattaki çabasına bir gönderme var mı, gerçekten merak ediyorum.

Film, vampir mitine farklı bir yaklaşım sergiliyor ki ortalığın fang’lerden, lenslerden ve zevksizlikten geçilmediği şu günlerde bu derece naif bir yaklaşımda bulunmaları gerçekten takdir edilesi. Hiç köpek dişi görmeden, hırlama, tıslamaya şahit olmadan, özel efekte abanan uçmalı, kaçmalı dövüş sahnelerinin ardına saklanmadan temiz bir vampir tasviri yapmış yönetmen. Elbetteki türün hastaları için bir vampirden ziyade kurt adamı ya da kimileri için Jurrasic Park’taki Raptorlar’ı hatırlatan “tırnak” detayı pek hoş bir benzerlik değil. Ama özellikle ölümsüzlüğün kaynağı, filmin kendi kurgusuna göre gerçekten olağanüstü biçimde açıklanmış. O adanın tasvirinden etkilenmeyen olabilir mi merak ediyorum.

Byzantium (2012)

Filmin zayıf yönlerine gelirsek eğer… Bence Saoirse Ronan’dan yeterince faydalanılamamış burada. Filmin odak noktasına konulan ve ismi James Bond gibi defalarca tekrarlanan Eleanor Webb karakteri daha etkileyici biçimde işlenebilirdi. Evet, yetimhanede büyüyen ve annesinin gerçeği saklama nedenini tam olarak bilmeyen bir kızın, 16’lık bedenine tıkılıp kaldığı yerde isyan etmesi ve birilerine gerçeği söylemek istemesi olası. Fakat, hayatı tehlikede olduğu halde naif dertler peşine düşen ergen karakterlere gerçekten doyduk artık. Tabir-i caizse katilden kaçarken takılıp düşen karakterler görmek istemiyoruz. Clara ve Elle’nin peşinde dolaşan erkek vampir klanı pek korkutucu değil. Clara’yı ilk bulduklarında, direk öldürmek yerine elegan bir tavra bürünmeleri, Clara’nın geçmişindeki “salıverme” olayının motivasyonunu güçlendirse de bu durum hikayeye pozitif bir katkıda bulunmuyor. Bir kere kodları için bunca yıllık tantanaya katlanan bir klanın, işin en başında Clara’nın yaşamasına izin vermesi saçma. Üstelik, kaynağın yerini gösteren haritanın yok olduğuna emin olmadan bir de… Durum böyle olunca Elle ya da Clara’nın hayatı konusunda yeterince endişelenemiyoruz. E bu durum da, hikayenin tüm dinamiğini sakatlıyor.

X-Men: First Class‘ten tanıdığımız Caleb Landry Jones’un Frank karakterinin bir an önce ölmesini istedim. Karakterin kanser tedavisi görmesi bile, kurguya sempati sağlamaya yetmedi. Dışlanmış, güçsüz, ölüme yakın ve alaycı bir çocuk olduğu için Eleanor’ın ona ilgi duymasını anlıyorum. Aslında hikayedeki yeri açısından ya da oyunculuğu falan düşünüldüğünde durumunda bir terslik yok çocuğun. Ama tıpkı Misfits‘teki Nathan Young‘ı canlandıran Robert Sheehan gibi, gördükçe daha da irrite oldum.

Vampir filmlerine farklı bir bakış açısı ile yaklaşılabileceğini görmek isteyenler, Saoirse Ronan sevenler, Gemma Arterton’ın oyunculuğu ile tanışması gerekenler, Neil Jordan’ın gişede başarısız olacağını bilmesine rağmen bu riski göze almasını takdir edenler, sinematografiye değer verenler ve güzel film müzikleri dinlemek isteyenler bu filme bir şans verebilir. Yine de Interview with the Vampire ayarında bir başyapıt beklemeyin.

EMEL BİLGE ÇINAR

Oldmagnet'te editör olmadan önce, üç yılını post prodüktörlük yaparak Lighthouse Visual Effects, İstanbul'da geçirdi. Projeleri neticesinde Autodesk Türkiye'nin topluluk yöneticilerinden biri olmayı başardı. İstanbul Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra Los Angeles, California'da Medya ve Eğlence Yönetimi üzerine eğitim aldı. Aynı zamanda Öteki Sinema'da sinema ve dizi yazıları yazarken bir yandan bilimkurgu okumayı, oyun tasarlamayı ve durmaksızın oyun oynamayı seviyor.

No Comments

Leave a reply