Featured Posts

Onu Öldür, Beni Güldür / Ali Elmacı
“Onu Öldür, Beni Güldür” sergisindeki fantastik sahnelerde, bal yapan eşek arılarına, abaküse takılmış kurukafalara, bağırsak şeklindeki sarıklara ve gözünü izleyiciye dikmiş huzursuz çocuklara rastlıyoruz. Çekici olanla iticiyi, samimi olanla tehditkarı, doğalla yapayı, kutsalla kitsch'i bir arada seyrederken hangisine inanacağımızı şaşırıyoruz.
View Post
To top
8 Nov

Interstellar’dan Öncesiyle Christopher Nolan Sineması

Christopher Nolan Featured

Bu akşam Nolan’ın uzun süredir beklediğimiz bilimkurgusu Interstellar‘ı izleyeceğiz. Fakat izlemeden önce hem sizler için, hem de kendimiz için Nolan külliyatına bir göz atalım dedik. Tam adıyla Christopher Jonathan James Nolan, bilimkurgudan, blockbuster’a, gizemden, çizgiroman filmlerine kadar birçok türe kendi damgasını vurmuş bir isim. Filmlerinin başarısını son derece düz mantıkla baksak bile, dünya genelinde elde ettiği 3,5 milyar doların üzerindeki hasılattan da gözlemleyebiliriz. Bu yazıda yönetmenin tüm filmlerinde bir saygı duruşunda bulunalım istedik, nu nedenle listede Following, Memento, Batman Üçlemesi, The Prestige ve Inception hakkında kısa değerlendirmelerimizi bulacaksınız. İşte Interstellardan öncesiyle Christopher Nolan sineması!

Christopher Nolan Following

Following (1998)

Kitlelere ulaşan ilk filmi orta metraj sınırında gezen neo-noir‘i Following‘ti (1998) ve birçoğumuz Memento‘ya yeşil ışık yakan bu yapımı, Nolan’ın ilk kültü Memento’yu gördükten sonra izlemiştik. Yine de kariyerinin ilk “feature filmi” olduğu için Following’e, Nolan’ın yönetmenlik yeteneğini doğru tartabilmek adına zaman ayırmamız gerekir. Nolan son derece ekonomik bir bütçe ile Following’i bitirmek zorunda olduğu için elindeki 16mm filmleri oldukça ihtiyatlı kullanmış, bu nedenle sahneler en fazla iki kere çekilebilmiş. Işık ekipmanları da pahalı olduğu için, tüm filmi doğal ışıkta ya da varolan ışık kondüsyonu ile kayda almış. Üstelik kurgu ve prodüksiyonun da büyük bir kısmı Nolan’a ait. Bu bilgi, ekonomik imkanları gelişse de Nolan’ın neden filmlerinin tüm ayrıntılarıyla birebir ilgilendiğini biraz açıklıyor.

Following, Londra’nın suç dünyasını ele alan karanlık bir film ve kısa süresine çok fazla şey sığdırabilmiş iyi bir yapım. Bir yazarın, hayalgücünü beslemek için geçebileceği sınırları, seyirciyi de bu sınırları geçmeye davet ederek işliyor ve sinematografisi yoktan var edilen imkanlara kıyasla oldukça iyi. 16mm’nin ve siyah beyazın verdiği hava “detektif hikâyesi” atmosferini güçlendiriyor çünkü bir yılın tamamına yayılmış çekim süresinde ellerindeki imkanları sonuna kadar kullanmışlar. Nolan’ın “Gizem / Aksiyon” başlığı için oldukça çağdaş kalan tarzı, diyaloglarından kurgusuna, oyunculuklardan arkaplana Following’e sinen noir stilizasyonunu karakteristik bir şekle büründürmüş. Film “Beni Nolan çekti!” diye bağırıyor adeta.

Filmin “Nolan koktuğunu” anlamak için, onun filmi olduğunu bilmeye gerek yok. Senaristliğini de yaptığı birçok işte olduğu gibi, Following’in ana yapısı karakterlerden ziyade yapısal çatı, zaman ve takıntılar. Karakterler, bu saydığım üçlünün değişkenlerini oluşturuyorlar fakat esas aynı. İnsan doğasının karanlık yüzüne, yani takıntılara ve tutkulara kamerasını yönelten Nolan debut’ını, eğer hâlâ izlemediyseniz mutlaka listenize alın. Yalnızca Nolan filmi olduğu için değil, imkansızlıklarla iyi film çekilebileceğine dair inancınızı tazelemek için de seyredebilirsiniz. Yalnızca 5000$ harcayarak, bir sene boyunca, sadece haftasonları 4 saat çekim yapıp, tüm yaşamınızı değiştirecek bir eser üretmek için, Nolan dehasına sahip olup olmamak gerektiği sorusunu ise size bırakıyorum.

Nolan Memento

Memento (2000)

2000 yılı düşünüldüğünde akla gelen ilk şeylerden biridir Memento. Aynı zamanda Nolan sinemasının temelini oluşturan ilk kült filmdir. “Ne olduğunu tam olarak bilmemize imkan yok” hissiyatı filmin her köşesine sinmiştir ve “elimde imkan olunca böyle neo-noir çekerim” ifadesinin bir karşılığıdır adeta. Person of Interest‘i borçlu olduğumuz genç kardeşi Jonathan Nolan‘ın kısa öyküsünü filmleştiren Nolan, başrollerde Guy Pearce, Carrie-Anne Moss ve Joe Pantoliano‘ya yer vererek büyükler ligine giriş yapmıştı. İlk gösterimi Venedik Uluslararası Film Festivali‘nde gerçekleşen Memento, milenyumun sonbaharından başlayan bir salgınla tüm dünyaya yayıldı. 2000’ler Türkiye’de VCD kültürünün yaygınlaştığı dönemlerdi. Dolayısıyla Yazıcıoğlu ve çevresinde “Memento gibi film var mı?” sorusunu binlerce kez sordurmayı başarmış, şahsına münhasır bir filmdi Memento.

Kurgusu, eğer yoğun bir odaklanma yaşamadan izlerseniz oldukça kafa karıştırıcı gelebilecek Memento, siyah beyaz ve renkli görüntüleri bu anlamda ayrıştıran yapısıyla enteresan bir anlatım diline sahip. Hatta her izleyici için, farklı duygular ve anlamlar oluşturan sinematik bir Rorschach Testi adeta. İlk defa izlediğinizde, olay örgüsünün göründüğünden “farklı” olduğunu sonlara doğru anlıyorsunuz ve zihniniz, yapbozun temel parçasını yerine yerleştirdikten sonra geri kalan öyküyü nakış gibi işliyor. Karakterler, ipuçları, diyaloglar ve göndermeler yerli yerine oturuyor ve çok az filme kısmet olan bir doyum hissiyle ekran başından kalkıyorsunuz. İki farklı zaman çizeglesini tek meyyale yediren, ters dönmüş kronolojisiyle zihninizi uyaran, tekinsiz fabulasıyla tüylerinizi diken diken eden Memento birçok yönden eşsiz bir film. Yeni çağın başında, modern sinemaya eşsiz kurgusu ve anlatım tekniğiyle damga vuran Memento’yu izlemeyen kalmamıştır. Fakat eğer bir şekilde zaman bulamadıysanız, kesinlikle daha fazla beklemeyin. Edinebilirseniz mutlaka orijinal DVD’sini edinin, çünkü menüde sizi sürprizlerle dolu bir test bekliyor.

Bu arada Memento, bir bilimkurgu olmasa da Hollywood yüzünden sık sık maruz kaldığımız psuedoscience zırvalarının çok uzağında bir film. Anterograde Amnesia hiçbir filmde olmadığı kadar doğru ve gerçek motiflerle işleniyor ve popüler kültürün mezesi hale gelen hafıza kaybı dinamiklerine gerçekçi bir yaklaşım sunuyor. Bu da Nolan’ın bilimkurguya yöneldiğinde, neleri gözeteceğine yönelik açık bir gösterge aslında. Henüz kariyerinin başındayken Nolan sinemasının bir yapıtaşını daha temele yerleştirmiş oluyor.

Nolan Batman Begins

Batman Begins (2005)

Parsayı toplayan film, Batman üçlemesinin ikinci ayağı olan The Dark Knight olsa da birçok Batman sevdalısının gönlünde yatan aslan Batman Begins‘tir. Şahsen ben de birçok kişinin aksine Batman Begins’i The Dark Knight’tan daha çok severim. Hâlâ Tim Burton‘ın Gotham‘ını özleyenler vardır, fakat Batman’i gerçek dünyaya yakın bir atmosferle perdeye aktaran Nolan’ın başarısı bambaşkadır. Çizgiroman gibi fantastik bir temel üzerine bu kadar derin ve inanılırlığı yüksek karakterler inşa edebilmek her yönetmenin harcı değildir. Ve tüm gözlerin üstünde olduğu bir zamanda, Memento gibi kült olmuş bir filmin üzerine Nolan, Batman Begins ile bunu yapabilmeyi başarabilmiştir.

Batman’in kendisi de birçok yönden referanslarla dolu, allegori haznesi yüksek bir karakter olduğu için, Nolan sinemasında istisnasız olarak gördüğümüz “çok katmanlılık” Batman Begins’te de karşımıza çıkıyor. Ama filmin asıl gücü yönetmenlik derecesi ve öyküsü dışında, oyunculukları. Christian Bale‘den Batman olur mu olmaz mı öncesinde çok tartışılmıştı ama Batman Begins herkesin kafasındaki soru işaretlerini alıp götürdü. Bana göre Bale, Batman’dan çok Bruce Wayne‘dir fakat o tıslayan aksanıyla Batman sesini duymasaydık, daha iyi bir dünyamız olacağından şüpheliyim. Ayrıca Michael Caine, Morgan Freeman, Liam Neeson, Gary Oldman gibi isimler de Batman Begins’i bir “çizgi roman filmi” olmanın ötesine taşıyor. Bugün Gotham, Arrow gibi dizilerde izlediğimiz Carmine Falcone, Ra’s Al Ghul, Jim Gordon gibi karakterleri farklı bir dünyada seyretmek, Batman severler için büyük bir zevk. Zaten Nolan’a göre “Reboot” asla kabul etmek istediği bir terim değil, sadece inanılmaz derece hızlı değişen film endüstrisinde başıboş kalan karakterler için doğan ihtiyaca yönelik oluşmuş bir “sözcük” bu.

Batman & Robin‘den sonra mezara giren çizgiroman filmlerini kurtaran Nolan’ın sinemasında Batman çok büyük bir yer tutuyor. Dolayısı ile yönetmenin filmografisine hakim olmak için bu üçlemeyi izlemekte fayda var. Ayrıca üçlemede Batman’in en güçlü olduğu, insansı zaaflara ve ikilemlere düşmekten en uzak olduğu film budur. Kanaatimce en iyi dövüş sekansları da bu filmdedir. Zaman ilerledikçe Bruce, dolayısıyla Batman değişir, yorulur, insani eylemlerin doğasına yenik düşer. O nedenle “yarasa” kostümü ile insana gerçekten korku veren Batman’i izleyip gaza gelmek istiyorsanız, yeni doğan Batman’i ve amber tonları ile Batman Begins tam size göre. Çünkü bir çoğumuzun çocuklunda idealize ettiği Batman eminim ki budur.

Nolan The Prestige

The Prestige (2006)

19.yy’ın iki illüzyonuisti konu alan Christopher Priest‘ın aynı isimli kitabında uyarlanan The Prestige, Nolan’ın Batman projesi ile neredeyse eş zamanlı yürütüğü bir çalışmaydı. Kendisi daha eski bir projenin post-prodüksiyon süreçleri ile uğraşırken, kardeşi Jonathan’dan The Prestige’i senaryolaştırmasını istemişti. Sonra araya Batman Begins girdi ve Prestige biraz ertelenmek zorunda kaldı Vizyona girdiğinde, başrollerinde yine Christian Bale’e ve Hugh Jackman‘a yer veren film o kadar sevildi ki adeta bir pazarlama harikasına dönüştü. İnsanlar kulaktan kulağa Prestige’i yayıyor, herkes birbirine bu filmi izleyip izlemediğini soruyordu. O sene sinematografi ve sanat yönetimi dallarında Oscar’a aday gösterildi, ünlü film eleştirmeni Roger Ebert tarafından “quite a movie — atmospheric, obsessive, almost satanic” sözleriyle tanımlandı. Bu film Nolan için yalnızca sinema değeri anlamında değil, ticari anlamda da büyük bir başarı oldu. Dünya genelinde 110 milyon dolar hasılat yapan film, herhangi bir SAGA’ya sırtını dayamadan çekilecek olan dev bütçeli Inceptionın yolunu açtı.

Tıpkı ilk filminde, hatta ondan sonrakilerde de olduğu gibi bu filmin merkezinde de takıntılar vardı. İnsanı kendi yokoluşuna sürükleyen tutkular konusunda, ironik biçimde takıntılı olan Nolan Christian Bale’in ve Hugh Jackman’ın olağanüstü performansları ile bu duygusunu izleyiciye geçirebildi. Ayrıca kurgusundaki dinamizmle, yine kendi tarzının başlığını oluşturan Memento’ya bir selam göndermiş oldu. Gerek başrolleri, gerek destekleyici yan rollerle izleyicinin dikkatini sürekli öyküde tutan film, başrol adamını Batman Begins’ten hemen sonra 19.yy atmosferine yerleştirmiş olmasına rağmen büyük bir başarı elde edebildi. Burada Bale’in oyunculuk becerisi kadar, Nolan’ın yönetmenliğinin de hakkını vermek lazım. Dönem ruhu, sinematografisi, atmosferi ve detayları ile tamamen kendi dünyasını yansıtan bir filmdi The Prestige. O nedenle Nolan sineması dendiğinde, akla gelen ilk filmlerden biri olmayı hak ediyor.

Nolan The Dark Knight

The Dark Knight (2008)

Fazla birşey söylemeye gerek yok aslında. The Dark Knight dendiğinde akla daima rahmetli Heath Ledger gelecek ve büyük ihtimalle hiç kimse, Joker karakterini onun doldurduğu kadar dolduramayacak. Yalnızca Batman evreniyle ilgili olarak değil, bir bütün olarak değer taşıyan bu film vizyon yüzü görür görmez IMDB‘nin Top250 listesini darma duman etti. Yıllar içinde bunu hak edip etmediği, abartılıp abartılmadığı çok tartışıldı fakat şu anda 1,271,691 kullanıcıdan ortalama 9.0 puan alarak listenin 4. sırasında yer alıyor. Kişisel kanaatimiz ne olursa olsun, bugüne kadar yapılmış en iyi süper kahraman filmi olduğu tartışılamayacak film, Batman üçlemesinin ikinci ayağıydı. Amerikan kültür kodlarının atomlarını oluşturan çizgi roman ruhu, rahatsız edici bir gerçekçilik ve sistem eleştirisiyle The Dark Knight’ta buluşmuştu. Sanat ve endüstri, şiir ve eğlence, karanlık ve yıldızların bir araya geldiği The Dark Knight, stüdyoların yıllardır aradığı formülü sunuyordu. Bu nedenle The Dark Knight’tan sonra, hiçbir çizgi roman tabanlı film ya da süper kahraman filmi önceki gibi olmadı. Her birinin üzerine, Batman’in koyu gölgesi yerleşti.

Dünya genelinde 1,004,558,444$ gişe hasılatı yapan film, bir kısmı IMAX için 15/70 mm çekilen ilk uzun metrajdı. Oscar ödüllerinde 8 dalda aday gösterildi ve Heath Ledger’a “En iyi yardımcı oyuncu” ödülünü kazandırdı. Bu filmle Nolan, o sene ve takip eden yıl içindeki birçok ödülü silip süpürdü. Çağımızın en sevilen yönetmenlerinden biri oldu. Böylece herkes, sabırsızlıkla Nolan’ın sonraki filmi Inception‘ı beklemeye başladı.

Nolan Inception

Inception (2010)

Nolan için The Dark Knight’ın başarısı bıçağın iki keskin yüzü gibiydi. Inception vizyona girmeden önce film çoktan “hype” haline gelmişti. Kimileri gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu olacağını iddia ediyordu, kimi ise Nolan’ın bu sefer umulduğu kadar başarılı olamayacağını. Leonardo DiCaprio, Joseph Gordon-Levitt ve Ellen Page başrollerindeki film, yine hem ticari anlamda büyük başarı sağladı hem de çoğunlukla olumlu yönde eleştiri aldı. Nolan sinemasının ilk filmi Following’ten bu yana değişmez aktörleri olan unsurlar, Inception’ın da tamamını oluşturuyordu: Zaman, katmanlar, şüphe ve takıntı. Çeşitli yönleriyle insan zihnini oyun alanı haline getiren Nolan, Inception’la hepimizin ilgisini çeken bir bölgeye giriş yaptı: Rüyalar ve Bilinçaltı.

Benim için filmden geriye kalan tek şey, Hans Zimmer‘ın olağanüstü Soundtrack’i olsa da birçokları için Inception 21.yy’ın en iyi “contemporary” filmlerinden birisidir. Hatta birçok eleştirmene göre sanat ve blockbuster terimlerinin yanyana durabileceğinin en iyi kanıtlarından biri Inception’dır. (Bir diğeri de bana göre Wachowski kardeşlerin Cloud Atlas’ıdır.) İlk seferde anlaşıldığı takdirde, yeniden izleme isteğini pek oluşturmadığını düşündüğüm Inception’ın en iyi yanı gerçekten rüya gördüğümüzü hissettiren görsel efektleriydi. Yolun sonuna gelindiğinde 820 milyon dolar hasılat yapmış olan film, en iyi film dahil 8 dalda Oscar’a aday gösterildi.

Yazının başından beri Nolan’ı övsem de aslında ilk iki filmi hariç, Nolan sinemasına karşı biraz mesafeliyim. Öyküleri, oyunculukları ve genel atmosferinde hiçbir sorun yok, hatta ilk bakışta “kötü” diyebileceğim bir unsur sayamıyorum. Fakat her nedense, sanki laboratuar ortamında oluşturlmuş gibi “yapay” bir tat veriyor bana Nolan filmleri. Fazla kusursuz, fazla keskin, fazla steril. Fakat bu tabii ki bir kusur değil, bir tercih meselesi sadece. Inception’da bu anlamda oldukça iyi, hatta Cobb’un Mal ile yüzleştiği sahnelerle rahatsız edici bir film. Diğer filmleri gibi de mutlaka izlemeniz gereken filmler listesinde yer alıyor ve bilimkurguyu, kendimiz için fantastik saydığımız rüya alemiyle buluşturarak yine Nolan’a has bir evren yaratıyor.

Nolan The Dark Knight Rises

The Dark Knight Rises (2012)

Benim için hem Batman üçlemesinin hem de Nolan sinemasının en zayıf halkasıdır bu film. The Dark Knight Rises hakkında o kadar çok eleştiri yapıldı ki, hepsini uzun uzadıya yazma gereği hissetmiyorum. Fakat tüm bu eleştirilere rağmen IMDB’de 8.6 puan almış olabilmesini Nolan fan’lerinin büyük kredisine ve Batman öyküsünün son ayağı olmasına bağlıyorum. Neden zayıf halka? Çünkü oyunculuklarında, senaryo gelişiminde ve Nolan filmlerinde kusursuz biçimde örülen destekleyici detaylarda sorun var. Marion Cotillard‘ın meme’lere konu olmuş ölme “taklidi”, Bane‘in ne konuştuğunun anlaşılamaması, Bruce Wayne’in felçten 100km’ye 10 saniyede çıkması, şehrin tüm polis teşkilatının tek bir yerde toplanması, Christian Bale’in bezgin performansı vs. derken, hiçbir Nolan filminin almadığı eleştirileri, hiçbir Nolan filminde görmediğimiz yönlerden aldı. Ben bile “acaba bu adam bu filmi yönetmedi de sadece adını mı yazdırdı?” diye düşünmedim değil. Fakat bunun için Nolan’a aftedilmiş şu söz, aslında bu durumu açıklıyor:

 “This is the problem when you’re an exceptional, visionary filmmaker. When you give people something extraordinary, they expect it every time. Anything short of that feels like a letdown.”

Yine de herşeye rağmen ticari anlamda başarılı oldu ve Batman sevenlerin bir çoğu filmi bağrına bastı. Bu noktada bize de daha fazlasını söylemek düşmez. Her ne olursa olsun, Batman üçlemesi neredeyse kendi janrını yarattı ve hem sektörün süper kahramanlara bakış açısını hem de bizim bekletilerimizi sonsuza kadar değiştirdi. Bu nedenle, olumlu yöndeki katkısı için Nolan’a bir teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

Artık Interstellar‘dan önce son dönemeçteyiz ve Nolan’ın son filmini izlemek için sabırsızlanıyoruz. Interstellar değerlendirmemiz de çok yakında Oldmagnet‘te olacak, yeni bir yazıda tekrar görüşmek üzere.

EMEL BİLGE ÇINAR

Oldmagnet'te editör olmadan önce, üç yılını post prodüktörlük yaparak Lighthouse Visual Effects, İstanbul'da geçirdi. Projeleri neticesinde Autodesk Türkiye'nin topluluk yöneticilerinden biri olmayı başardı. İstanbul Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra Los Angeles, California'da Medya ve Eğlence Yönetimi üzerine eğitim aldı. Aynı zamanda Öteki Sinema'da sinema ve dizi yazıları yazarken bir yandan bilimkurgu okumayı, oyun tasarlamayı ve durmaksızın oyun oynamayı seviyor.

No Comments

Leave a reply